bu bir!

28 Şubat 2010 Pazar

miladlar güzeldir, şöyle ince muhasebe yapmaya imkan verir. bu nedenle galiba doğum günlerinde falan bir mutlu bir hüzünlü olur insanlar. sosyolojik tespitler ve psikanalizler bir kenara, miladlar hoştur güzeldir...

bir sene geçmiş, bu kara toprağa beyaz bir tohum düşüreli elimizden...

önce hayal kurmuşuz, kendimizce ve çapımızca bir proje ortaya atmışız. bir dost meclisini toplayıp, birbirine her an her şekilde sonuna kadar güvenen insanları bulmuşuz, hani şöyle sırtınızı dayayabileceğimiz güvenilir adamlar toplamışız önce. sonra fikirlerimizi sunmuşuz, aşama aşama ilerleyelim demişiz ama herşeyden önce dost meclisidir bu bmtb'nin adı demişiz.

bir pankartı kovalayalım, bu pankart kimsenin değil, sadece ve sadece beşiktaş'ın olsun demişiz. reklam için değil, taraftar olabilmek için, sadece beşiktaşı, her yönüyle beşiktaşı pankartımızda yansıtalım istemişiz.
yere sermişiz bir beyaz bez, dişimizle elimizle kırmızısını siyahını yırtarak ve ahşap tutkalıyla üzerinde gezinerek yapmışız pankartımızı: "Arma Aşkına"

demişiz kör göze parmak olsun, hiç olmayan birşeyi yapalım kendimizce ve eldeki imkanlar dahilinde, bilinmeyen uzak köyün haritasını çıkartalım ve amatörlere, gerçek beşiktaşlara ilgi çekelim, onlar hakkında bilgi verelim. armaaşkına internet sitesini kurmuşuz.

gördüğümüzü, duyduğumuz, bildiğimizi bir günce gibi ve ispat çabasına girmeden, kimseye bağlı kalmadan, sırf özgürlük için ve fikirlerimiz anılarımız bir yerlere not düşülsün diye bu bloga başlamışız.

aradan zaman geçtikçe daha iyisi için uğraşmışız. blog şekillenmiş, internet sitesi daha bir güzel ve içerik bakımından zengin hale gelmiş, pankart sayımız artmış ve derken bir seneyi doldurmuşuz.
bizi durdurmaya çalışanlar çıkmış, devam etmişiz. bizim ayağımızı kaydırmak için çabalamışlar, ufak tefek ziyanlar dışında sağ kurtulmuşuz puşt zulalarından.

acısıyla tatlısıyla bir seneyi devirmişiz.
bir yaş armağanı olarak da bugün arma aşkına pankartı kayseriden dönüyor, deplasmandan...
kim bilir, belki de bir yıl sonra yurtdışı görmüş olur... kim bilir, 20sine 30una ulaşır da beşiktaş için ortaya sunduğumuz pankart tribünün vazgeçilmezlerinden olur, biz ihtiyarlayınca da kapımıza allah'ın emri peygamberin kavliyle birkaç genç gelir evladımızı istemeye? kim bilir...

şöyle olmuş, böyle olmuş... hayat güzelmiş, gemiler geçermiş... falan filan... evvel zaman içinde, pireler berber olunca, develer tellal; ceketimizi alıp kaçmışız biz de özgürlüğe doğru lanet okuyup çirkin olan şeylere; bir de bakmışız, az bir yol gelmişiz...

daha gidecek çok yolumuz var!

Ne değişti Rıdvan?

27 Şubat 2010 Cumartesi


Taraflı,tarafsız herkes sana saygı duyuyordu yaptığın yorumlara...Belkide rakiplerinin tek oturup dinlediği Fenerli olan kişisindir.Ancak sen bu duyulan güvenin rahatlığıyla,Fenerbahçe'nin yarattığı siniri kustun Ntvspor'da.Ne dedin fikstürleri değerlendirirken? ''Bursaspor'un son maçı, İDDİASIZ Beşiktaş'la''

Belki senden daha iyi biliriz, maçı öndeyken kaybetmeyi.Şampiyonluk elindeyken başkası tarafından çalınmasını.Ancak ne Valerenga'ya turu 3-0 öndeyken verdiğimizde, ne de şerefli ikinciliklerimizde olayların dışındakilere saldırmadık.Ya kaptanımızdı dert yandığımız ya da şerefsizlikleri ile aldıkları şampiyonlukları kutlayanlar.

Beşiktaş'ın artık bu düelloda silahında boşa atıcağı tek kurşun kalmadı.Attığı her kurşunda vurmalı rakiplerini.Peki ne değişti bu hafta? Rakiplerinin puan çıkartamadığı o deplasmandan iki golle döndü. Takım dönerken, sende yorumlarında döndün.İddiasız Beşiktaş'ı, şampiyonluğun en büyük adayı yaptın. Methiyeler düzdün, övgüler yağdırdın. Çok mu tepki aldında, bu hafta gönüllerini yapıyım derdinde misin? Yoksa geçen haftaki hırsından kapanan gözlerin, bu hafta gerçekleri görmeye mi başladı?

Belki biz bile bu takımın taraftarları olarak ne geçen hafta senin ki kadar iddiasız olduğuna inandık, ne de şampiyonluğun içinde bu kadar olduğumuza kanaat getirdik.Lig uzun bir maratondur.Kimi zaman galip çıkarsın tıpkı geçen sene ki gibi,kimi zamanda erken havlu atarsın.Ancak sahaya çıkan takımın üzerinde Beşiktaş forması varsa, 10 hafta önce şampiyonluğu kazanmışta,kaybetmişte olsa onuruyla mücadele eder. Bu konuda bizim hiç bir şüphemiz olmadı,olamazda,sen neyin peşindesin? Dedik ya uzun bir maraton bu lig.Neyin,ne olacağı belli olmaz.Ancak son hafta Bursa'da ki maç ligin birincisini tayin eder ve Fenerbahçe kaybedenlerden biri olursa,kulp takmak yerine başarısızlığınıza suçu Guiza'da,Aziz Yıldırım'da,Daum'da ara...

İnsanların kafasında yarattığın senaryolarla yönlendirirsen,bu yönlendirmeler buhranlar yaratırsa ilk önce sen boğulmaya mahkum olursun. Yozlaşmış Türk spor medyasında halkın gözünde bir yer edindiysen, değer veriyorlarsa söylediklerine, kıymetini bil boyundan büyük laflar söyleme!

bir çocuğun düşüne tutunma çabası

22 Şubat 2010 Pazartesi

2010 senesi şubat ayı sonları. istanbul şehri ılık havasında çekingen yağmurlarıyla galip bize karşı. üşümüşüz, yağmuru yediğimizden, rüzgarı çektiğimizden...
kalabalığın içinde ağır aheste yürüyoruz. binlerce kişi var etrafımızda, kimse konuşmuyor kimse de susamıyor, herkes mi ikilemde? kaldırımdan iniyoruz kimi zaman, araçlar durmuşlar yollarda, daha tenha asfalt. ardımızdan hızlı adımlar seyrediyor kimi zaman, usulca yol veriyoruz, geçip gidiyorlar. su birikintilerine basmamaya gayret ediyoruz.
elimden sıkıca tutmuş, 7 yaşında bir çocuk... başım öne eğik, gözlerimi kaçırıyorum ondan. bazen kaçamak bakışlar arasında onun gözleriyle korkusunu haykırdığını işitiyorum. sıkıca tutuyor elimden çocuk.
çay bahçesine kadar konuşmuyoruz ikimiz de, hepimiz de... iki tabure buluyorum. üşümüşüz. çay söylüyoruz. yavaş yavaş ağızları açılıyor insanların, benim ilk çayımdan sonra titremem geçiyor, şöylece bir bakıyorum etrafa. aklıma bir şarkı takılıyor: "sıcak geceler gibi al beni kollarına bu gece, dokunsalar ağlayacak çocuk gibiyim..."
dostlar var masada, etraflıca sohbetler... şakaklarımı ovuşturunca çenem de kasılmaktan vazgeçiyor yavaş yavaş. sohbetler, değerli'yi değerlendirmeler, dost sofrasında bol demli çaylar ve yanan sigaralar...
gözümün ucuyla bakıyorum, ilgiyle dinliyor, izliyor, inceliyor çocuk insanları. büyük insanları, kocamanları, abileri ablaları... titremesi geçmiş, biraz ısınmış ama yorgun, göz kapakları düşüyor yanaklarının üzerine kadar...
derken vaktimiz geliyor, kalkıyoruz. elimden tutuyor çocuk, ıhlamur'dan yürüyoruz evimize. evimize yaklaştıkça daha bir sıkıca tutuyor elimi, "hadi eve gidelim" der gibi. başını kaldırmış da karanlığa dikleniyor afacan bir tavırla ama karanlık ne bilsin çocuğun elimi sıkıca tutup içinden içinden titrediğini? soğuktan mı korkudan mı sinirinden mi yoksa üzüntüsünden mi bilinmez ama hep karanlık, alabildiğine karanlık var, lambalar yetmiyor bize.
acıktığını söylüyor bana, birşeyler yemek istediğini. eve varana değin sabretmesini istiyorum. kabul ediyor teklifimi. cebimizde para yok karnımızı doyurmaya, bundan çocuğun haberi yok.
dik bir yokuşun önünde duruyoruz. her adımda daha bir sıkı tutuyor elimi, artık burda canımı da yakıyor. soruyorum acaba ister mi onu kucağıma alayım, seviniyor kabul ediyor. yorulmuş artık çok yorulmuş. kucağımda uyuyacak, hesabı bu. zıplıyor adeta üzerime, koyuluyoruz yokuşu tırmanmaya. dilime bir şarkı takılıyor: "....bir deniz üstündeyim, ne ucu var ne bucağı; bir rüzgar önündeyim, gel keyfim gel; bir sevda içindeyim, başım dumanlı... ağzımda bal gibi tatlı bir türkü; bir iner bir çıkarım bu yokuşu; ağzımda bal gibi tatlı bir türkü; kazanırım çocuklarıma ekmek parası...."
eve girmeden önce son düzlükte bir sigara yakıyorum tek elimle, dumanını ondan saklayarak içiyorum sigarayı. topuklarım sızlıyor artık, kollarımda derman kalmamış, ama o huzurlu başını ve artık tasa barındırmayan yüzünü böğrüme gömüşü var ki çocuğun, bir ömre değer...
kapının önüne geliyoruz, o heyecanlı, halbuki ben biliyorum evde bizi karşılayacak, memlekette bizi gördüğüne sevinecek kimse yok...
anahtar iki defa dönüyor, üçüncüde kapı açık önümüzde. uyuyormuş gibi yapıyor şımarık. direk yatağa götürüyorum, evdeki tek yatağa. üzerine yorganını örtüyorum, kıyafetlerini biraz sonra değiştirmeyi düşünerek çıkıyorum odadan.
mutfağa gidiyorum, duvara ellerimi yaslayıp düşünüyorum uzun uzadıya. çeşmeyi açıp yüzüme su çarpıyorum, sonra bardağı doldurup bir yudum içiyorum.
bunları yazdıktan sonra ben yatağa döneceğim. 7 yaşındaki çocuğun yanına usulca sokulup, benden başka kimsenin olmadığı bu evde, çocukluğumun güzel düşlerinin birazcık olsun ucundan tutabilmeyi deneyeceğim...
birazdan ben, kartalın bugün yenildiği pusu üzerine düşünüp sonra çocukluğumun masumiyeti ve merhametiyle onu daha bir seveceğim...
kimsenin olmadığı bu evde, bomboş ve soğuk yatakta, uzun ve sessiz bir uyku çekeceğim...
yoksa çekilir mi bu hayat?

yollarda..

20 Şubat 2010 Cumartesi

Ceplerimdeki hacıyatmazlarda sevdim ben seni.. Yağmur yağdı, uykum kaçtı, bir kuş kondu badi parmağıma ve ben hepsinde seni yaşadım aslında. Şimdiyse ağlıyorum bir başıma.

Biliyorum her zamankinden daha zor şimdilerde seni sevmek, bana yalanlar söylediğini bile bile yüreğimin sevdan ile bilenmesine izin vermek. Umutsuzca yarını beklemek.

Ve umudum azalsa da yarından yana, içimdeki seni öldüremeyeceğimi bildiğim için yolunda yürümeye devam ediyorum. Geride bıraktıklarımı düşünmüyorum bile, sen-merkezli hayatımda herhangi bir değişiklik yok acımın artmasından başka.

Yarının bir farkı yok aslında bugünden, rakibin bir farkı yok renginin değişmesinden başka, sevdamın bir farkı yok acımın artmasından başka. Mabede girişte yine aynı heyecan, çıkışta da yine aynı acı olsa da ben sana gelmekten vazgeçemem ki. Bildiğim ya da bilmediğim bütün yollar, kaybolduğum caddeler, çıkmaz sokaklar bile sana çıkarken ben senden ayrı kalamam ki..

Tek fark umudum kalmadı artık tribünden yana. Takıma dönmek değil, içe dönmek öze kavuşmakken benim derdim, özlenen güveni ararken sırtım, her geçen gün acılarla yüzleşmekten bıktı kalbim. Durmamı söylese de beynim yolundan alıkoyamadım ayaklarımı. Kalbimi yenemedi aklım. Yenmesini de istemedi benliğim. Tüm varlığıyla karşı çıktı ruhum.

Ve ben sadece yorgunum şimdi. Zorlamayla takıma dönen tribünden, abilerden, ablalardan, amcalardan, teyzelerden tüm bu iğrenç akrabalık ilişkilerinden. Derneklerden, dernek olmayan gruplardan, çarşı şubelerinden, adreslerden.. Tiksindim seni “sahiplenen” her şeyden.

Çünkü; ben bir tek seni sevdim..

Kalan tek umudum, asi ruhum ise şu şarkıda gizli belki de:

yollar var yollar uzun hüzündür sonu hüzün
mutluluklar belki de bilinmez yollar uzun

nice kar boranlarda senin aşkın uğruna
buz tutmuş sokaklarda haykırsam yıldızlara

yollar var yollar uzun hüzündür sonu hüzün
mutluluklar belki de bilinmez yollar uzun

tan yerinden savrulan isyankar yüreklerden
kanat çırpsan göklere en yüksek tepelere

gülüşün bana, bana yine dönse sevdiğim, sevdiğim dese

bir senin için geldim bir senin için güldüm
bir senin için öldüm sal yüreğimi yüreğine

bana yalanlar söyle birazcık

17 Şubat 2010 Çarşamba

saklamışım bir kuytu köşede; günah keçisi bu sefaletim; çocuk oyunu değil, kaçtıkça kovalasa bile saklandığım yerin suçlusu o...
çökmüşüm bir duvar dibine; alnımdaki damga bu yorgunluğum; göğsümde madalya değil...
eğmişim başımı yere; saçlarımdaki aklar bu, ağlamaklı halim; midemdeki bulantı değil...
elime almışım bir tahta çubuk; kalbime saplanan ok bu, kanlı; yere düşen gözyaşlarım değil...
sallanıyorum öne arkaya; kan kaybından gidişim bu depremler; mırıldandığım şarkıdan değil...
tepemde bir ceviz ağacı; duyduğum yoktu ne vakittir, bu gölgesi ihtiyarın; hoşgeldin türküsü değil...
kafamda binbir düşünce; sorgusuz infaz bu kaderimdeki; çıkış yolum değil...
yanıma yaklaşan bir çocuk; düş mü gerçek mi çözemediğim; adımları heyecanlı değil...
elinde tuttuğu bir kağıt çocuğun; son duamı yazmış sağolsun; bilinmedik bir ağıt değil...
arkamda mermerden bir duvar; ben gidince adım kalsın diye yazmışlar; heybetli de sade de değil...
ah bu gitmeler, bu korkular, bu kabuslar, bu son yakarışlar, bu kırgınlığım bendeki büyük sır, bu gitmeler... olur gibi değil...
ne yerde durabiliyorum ne gökte; yerdeyken göğe çıkmak için kanatlanıyorum, gökteyken yerleri seyredip imreniyorum... sırtımda melanet hırkası haydar, ben bu halimden hoş oluyum olmayayım, günahlar benim, kime ne!
iniyorum göklerden, pişmalık; yükseliyorum yerlerden, pişmanlık... hangi dağın yamacına saklansam, hangi ağacın dalından kalksam, aynı sitem kendime...
küstüğüm o oyun; o oyunbaz, o hilebaz...
ah benim herşeyin en güzeline layık sevdiğim; bana son bir yalan söyle, yolluk olsun...
ah benim hayal kırıklıklarıyla dolu derdim tasam endişem; beni günahlarımla kabul et, gönlüm huzur bulsun...
ah benim kıyamadığım gözbebeğim; sana değildir sitemlerim!

bana bir yalan söyle, bak bu defa ihtiyacım var!
geldiğin yerde bulduklarınla mutlu ol, avun, sevin, yolun bahtın açık olsun! biz şaşkın kararsız, kimseye zararsız yaşarız. biz masum biz yalansız, günahsız da sevapsız da yanarız. bir fe abi deyişi gibi sözcükler bulur, sana dair ve kendimiz hakkında ağlarız kanarız...
ama bize yalanlar söyle, bu kangrene dönmüş kollarımızda bacaklarımızda ağrılar varken, ancak ve ancak senin yalanlarınla yaşarız...

Halkın Takımı

14 Şubat 2010 Pazar

uğur meleke'nin bugünkü yazısından sonra lafa devam edelim istedim.
".........
bütün bu endüstri endüstri diye konuşa konuşa bitiremediğimiz büyük laflar, pasta içindeki payı çok küçümsenen “taraftar” olgusuna yüzde yüz bağımlı ve tek başına varlığını sürdüremeyecek kadar da zayıf laflar...
O yüzden Beşiktaş tribünlerinin, takımları güzel oynuyorken, galipken, hatta tam harika bir gol atmışken “Demirören yeter” diye bağırması üzerine biraz daha düşünmek lazım. Yani Beşiktaş tribünleri, internetteki siyah-beyaz sevdalısı gençler, okuyucu, izleyici “yeter” diyorken; 7 küsür bin kongre üyesinin “yetmez” demesi yetmemeli gibi geliyor bana.
......"

endüstriyel futbola karşı tribün kültürü lafını nerde ne zaman duysam bir gülesim gelir. komiktir çünkü? bir defa futbolun, gayet normal olarak ve herşey gibi, endüstrileşmesi, zenginleşmesi ve zenginleştirmesi kadar normal birşey olamaz. tribün kültürünün buna karşı olması ise manasız.
bir o kadar manasız olan ise kulüp kazansın mantığıyla hareket etmek. kusura bakmayın ama insanoğlunun yapısı budur, herkes önce kendi bir kazanır, ondan sonra kazandırır.
bazı insanlar seyredip zevk alarak kazanmak isterler, bazı insanlar kendilerinden birşeyler bularak zevk almak isterler, bazıları başka şeyler beklerler. ve her kim ki zevkleri renkler kadar tartışırsa barış abinin kemiklerini sızlatır. tribün olabilmek taraftar olabilmek kazanımları farklı yerlerden seçmektir. ama tribün olabilmek demek futbolun endüstrisine savaş halinde olmak değildir. sadece edinilecek kazanımı, ki bunun adı da endüstridir, farklı şekilde bekleyerek izleyiciden seyirciden ve oyuncudan ayrılmaktır.
tabi zevkler ve seçilen renkler doğrultusunda beklentiler değişir, edinimler kazanımlar değişir. bunlar bir yandan zevklere bağlıyken diğer taraftan sosyal toplumun bilincine de bağlıdır.
taraftar olarak, tribünün içerisinde yer alan kişiler olarak bize bakış ne şekilde peki? bunu yazısında çok güzel özetlediği için uğur meleke'ye öncelikli söz hakkı verdik aslında.
senelik gelirinin 13te birini, yani bir aylık kazanımına eş değer miktarda parayı kombinesine yatıran, maça gelirken formaya gücü yetmiyorsa atkısını takan insanlar futbol endüstrisinin hedef kitlesidir. televizyondan maçını seyreden kişi bu maç yayınına ya düzenli ya da maçtan maça bir ücret ödüyorsa, stada giren kişi senelik kazandığı paranın 13te birini kombineye bilete veriyorsa; bu insanların zevkleri ve renkleri doğrultusunda seçtikleri takımın, bu insanları mutlu eden veya üzen takımın veya kulübün istikbalinde hiç söz hakları yoktur demek kadar sığ bir görüş olamaz!
daha önceki yazılarda geçti şu satırlar:
".......
beşiktaş taraftarın mı

beşiktaş sevenlerinin mi
beşiktaş kongrenin mi
beşiktaş yönetim kurulunun mu
beşiktaş başkanın mı
beşiktaş başkanın babasının mı?
kimin lan bu beşiktaş?
anladık kiminmiş... anladık ki bizim değilmiş!
........."
beşiktaş kulübü başkanının ve başkan adaylarının her laflarında söylem değiştirmeleri ve işlerine geldiği gibi beşiktaşa sahip biçmeleri bizi hep huzursuz etti.
beşiktaş taraftarın değildir. sonuçta taraftarın ortak bir bilince ve harekete sahip olabilmesi ve demokrasiyle yönetilmesi gereken bir kulübe anlık kararlarla müdahale edebilmesi mümkün değil. kaldı ki taraftarlığın ölçüsü ve ölçütü nedir?
ancak taraftar beşiktaşın hedef kitlesidir. büyümek ve büyük olabilmek için taraftarına ihtiyacı vardır. taraftarı tüketmelidir, tarafında olup desteklemelidir, kabul... ancak kabul edemediğimiz şey taraftardan sonsuz bir özveri istenmesidir. itirazın varsa sus, fikrin varsa boşverileceksin, derdin varsa umursanmayacaksın, sevinilecekse sen hesaba bile katılmayacaksın. fiyatlarla arz dengeleri örtüşmezken, artık taraftar da seyirci de oyuncu da "halkın takımı" etiketinin mazide kaldığını ve bugünkü beşiktaşla zerre örtüşmediğini bilirken, endüstri içerisinde kaybolmuş bir beşiktaştan bahsediyoruz. ne kulüp taraftarı sahiplenebilmekte, ne taraftar kulübün yönetimini içine sindirebilmekte. o halde bu paradoks değil de ne? taraftar hem hedef kitle hem de istenmeyen üvey evlat gibi?
beşiktaş jimnastik kulübünün bir diğer amacı da hedef kitlesi dahilinde olan gençleri eğitmek yetiştirmek, sporun ahlakını ve kabiliyetlerini gençlere kazandırabilmek. yani beşiktaşın vizyonu herşeyden önce fikri hür vicdanı hür nesillerce desteklenebilmek ve bazı gençleri yetiştirebilmek olmalıdır. işte bu nedenle japon asıllı bir brezilyalıya milyonlar dolarlar vermektense, asi çocuk rollerinde kaybolan bir genç kardeşimiz düzgün yetiştirilmeliydi.
kulübün borcunun olması taraftarın zerre umrunda değilken, beşiktaşın maç alıp kaybetmesini kulüp yönetimiyle değil sporcularla ve teknik personelle bağdaştıracak kadar zekaya sahip taraftarın galip gelinen maçlardan sonra bile yönetim aleyhinde seslenmesi, feryat etmesi; sahadaki veya banka hesaplarındaki mağlubiyeti sorgulamak manasına gelmez. taraftarın mevcut yönetime olan isyanı sadece ve sadece beşiktaşın itibarını zedelediklerinden ötürüdür.
sayın başkanımız beşiktaşı bir dünya markası yapsa da, kupalar kazanıp sürekli boğazımıza yapışmış eliyle bizden vefa beklese de, biz ne zaman kendisi aleyhine ses çıkartsak kurduğu çeteyi üzerimize salsa da; başkanımızın beşiktaşın itibarını zedelediği gerçeğini nasıl unutabiliriz?
tabi unutmamalıyız gerekliliği ve mecburiyeti bile unutulup gidecektir. ancak maalesef bunun sorumlusu beşiktaş taraftarı değil memleketin sosyal bilincidir. ülkeyi yönetenlerin itibar muhasabesini yapsak bir.......

şimdi çözümlere geçelim:
uğur meleke yazısında tabana yayılıp çoğulc bir demokrasiden bahsetmiş. bunu daha önce biz de dile getirmiştik. kaldı ki kör göze parmak da değil bu, zaten bilinen ve herkes tarafından yapılması istenen bir şey. beşiktaşta çoğulcu ve katılımcı demokrasi fikri "evraka" denip sokaklarda zıplatacak bir yenilik değil, bir ihtiyaç, bir mecburiyettir.

endüstriyel futbolun kurbanı ve kasabı olan tribün ve taraftarın bu muzdaripliğinin çözümü ise amatör ruhla profesyonel işler yapabilmekten geçmekte. spor yöneticileri "iki parayı unutma vefasızlık yapma" bilincinden sıyrılarak beşiktaşın sadece maddi değil, manevi değerleri olduğunun da bilincine varabilmeli. ayrıca kulüp yöneticileri taraftarın kendi kişiliklerine husumet beslediklerine dair sızlanmaları ve ezikliklerinden kurtularak taraftarın derdini anlamaya yanaşmalıdır. tribünle ve taraftarla olan sorunlar tribün içerisinden birilerini besleyerek çözülmez. gerek beşiktaşın itibarını zedelediklerinden ötürü, gerekse bu sezon taraftarı çeteleri vasıtasıyla dövdürdüklerinden ötürü, ne kadar yakın ve anlayışlı olsalar da bir taraftar olarak benim hakkımı helal etmem söz konusu bile olamaz ancak yeterli bilinç ile toplumun zihniyeti ve hareket kabiliyeti de değiştirilebilinir.

toparlayalım herşeyi:

beşiktaş taraftarı mevcut yönetimden memnun değildir, evet doğru. peki neden bu yönetim halen görevde? bunun sebebi beşiktaşın çoğulcu demokrasiyle yönetilmiyor oluşudur. ayrıca taraftarın yönetimden yana memnuniyetsizliğinin sebebi maddi sorunlar değil, yöneticilerin ve başkanımızın beşiktaşın itibarını zedelemesinden ötürüdür. bu saatten sonra da bunun telafisi imkansız olduğu için "yeter" denmektedir.
endüstiyel futbolun ve diğer endüstrileşmeye çalışan spor branşlarının da hedefinde veya zirvesinde olmak beşiktaşın asli görevi değildir. beşiktaşın öncelikli hedefi spor ahlakını kazandırabilmek, toplumun bireylerinden zevkleri ve renkleri tartışmadan beşiktaşla ilgili kazanımları ve tatminleri olanları kendi safına çekmektir. daha sonrasında endüstrinin kazanımları gelecektir. unutulmaması gereken, endüstri insanları kazanmaz, insanlar kazanıldıktan sonra endüstriyel başarılar kazanılır.

her neyse...
sonuçta bu konularda söylenecek sözler ne ilk ne de son... kah bizden, kah başkalarından devamı da gelir, sonrası da öncesi de... zamanlar...

bugünkü güzel yazısı için uğur meleke'ye tekrardan teşekkürler...

İtiraf..

12 Şubat 2010 Cuma

5 şubat 2010 beşiktaş- gençlerbirliği maçı öncesinde her zamanki gibi kapalıda yerlerimizi almıştık. Sana gelmiştik, bizim için oldukça uzun bir ayrılığın ardından.Safları sıklaştırmıştık, mücadeleye hazırdık.

Ta ki onu görene kadar. Elindeki viski şişesini, annesine yaptığı resmi gösteren bir çocuğun duyabileceği gururla arkadaşına göstermekteydi ilk göz göze geldiğimizde. Alışmıştım artık bu manzarayı görmeye sadece kafamı çevirmekle yetindim. İkinci sefer göz göze geldiğimizde yanındakinden ancak bir sarhoşun isteyebileceği yılışıklıkla bir şey istiyordu. Çok geçmeden derdinin ne olduğu anlaşıldı. Bir elinde viski şişesi bir elinde “ct” bardağı gururla gülümseyerek poz veriyordu son model telefonunun kamerasına. Bu sefer kafamı çevirmekle yetinemedim zira kadraja girmemekle uğraşmam gerekmekteydi. Yine de hoş gördüm; hissizleşmiş, tepkisizleşmiştim başrollerini böyle “seyirci” ve türevlerinin oluşturduğu sahnelere. Üçüncü sefer göz göze geldiğimizde ağzından salyalar saçarak küfür ediyordu “yeterciler” e. Beni görünce özür diledi, cinsiyetimden kaynaklı sanırım “yeterci”ler arasında olmamın herhangi bir etkisi olacağını düşünmüyorum zira. Acıyarak güldüm sadece. Ancak hızla artan sinirime engel olamıyordum, çünkü o özür dilediği şeyi yapmaya devam ediyor bu arada boş durmuyor elindeki viski şişesi eşliğinde çevresindekilere sataşıyordu. Ne eline ne de diline hakim olabiliyordu. Derken elindeki viski şişesi onu terk etti. Usulca yere düştü, paramparça oldu. İşte o an sol yanımdaki ağrı bütün vücudumu, beynimin kıvrımlarına kadar ele geçirdi. Sadece ağzında “yeterciler” saçmalaması kalmıştı onunla, bendeyse uyuşmuş sevdamın sebep olduğu dayanılmaz acı..

Kırılan viski şişesindeydi sanki umutlarım ve ben, o paramparçalığın arasında kaybetmiştim onları. Oysa umutlarımı özenle en derinimde saklamıştım acılarımla birlikte ki sonsuza kadar orda durabilesin, beni asla yalnız bırakmayasın diye. Belki doya doya içime çekemedim seni, korktum her seferinde sevdamın büyüklüğünden. Sevdam büyüdükçe acılarım da büyüdü; oysa ben hala ufacıktım. Acı vermesinden ya da öldürmesinden değil seni layıkıyla yaşayamamaktan korktum. Bu yüzden de sevemedim belki seni ederince, sevdim ama söyleyemedim belki de.. Başkaları seni sahiplendikçe korktum, kaçtım, içime kapandım. Ne de olsa sen beni biliyordun ben de seni.. sen beni kimsenin yaşamadığı kadar çok yaşamıştın, acım da sevincim de sende gizliydi; bunu senden iyi bilen yoktu ki şu berbat dünyada.

Her ne kadar bunları söylemek zor olsa da hiç acı vermediğin kadar çok acı verse de bana; yapılacak hiçbir şey kalmadı artık itiraf etmekten başka. Ancak böyle kabullenebilirim tüm bu olanları sanırım.

Şimdilerde ağır geliyor bunları taşımak; acının içinde sevinci, sevincin içinde acıyı yaşamak. Yaşlılıktan de istersen ama bana sakın sevdamın azaldığından bahsetme. Ben her anımı seninle geçirirken bana bundan söz etme. Sadece anla beni.. Kızgınlığım da küskünlüğüm de sana değil ki, hem zaten ben senden ayrı bir hayat düşünemem ki..

Ama olmuyor, yapamıyorum. Seninle kavuşacağımız an için yanıp tutuşurken mabede girdiğimde bağıramıyor, doyasıya yaşayamıyorum seni. Boğazımda düğümleniyor sevincim; dışa vuramıyorum; yutkunup içime atamıyorum. Topun ağlarla buluştuğu her an, cümle alemin kendini kaybedip sevindiği her an ben sadece susuyorum, kıpırdayamıyorum bile. Hani bazen olur ya rüyanda bağırmak istersen de sesin çıkmaz; sesin çıksa bile kimse duymaz ya da kaçmak istersin de, adeta mıhlanmışsındır o noktaya kaçamazsın. Onun gibi bir şey bu da..

Zamanla geçecek belki de. Bunu da kabullenirim elbet, kader derim, eğip başımı susar yolunda yürümeye devam ederim. Ama o zamana kadar affet beni.. Seni doyasıya yaşayamadığım, saramadığım her an için şimdiden pişman olsam da kimseye kızmadığım kadar çok kendime kızsam da, lanetler okusam da bu duyguya boyun eğiyorum. Aslında seni değil, kendimi cezalandırıyorum.

Ne olur beni affet..

Vurulduk ey Beşiktaş,Unutma Bizi

9 Şubat 2010 Salı

En sonunda bu sancılı dönem sona erdi yada biz öyle sanıyoruz.Demirören gene tek aday mı? sorusuna cevap ararken başlayan bu süreç,Murat Aksu’nun adaylığını ortaya koyması ve tek tek adaylarını tanıtmasıyla sürüp gitti.Demirören yeri geldiğinde karşılık verdi,Murat Aksu tv programlarında boy gösterdi.Herkesin derdi Beşiktaş’a başkanlık yapmakken,başkanlık yapılacak kulübün branşları unutuldu bu heyecanla.Ödenmeyen paralar,ülkesine gidip dönemeyenler,para alamadığından idmana çıkmayanlar,antrenör-oyuncu çatışmaları…Kimsenin umurunda değildi,ne yöneticinin nede bir başkasının,taraftarın ise ufak bir zümresi ilgilendi bu konular ile herkesin aklı gelecek yeni yönetimin futbola yapacağı yıldız transferinde yada koltukta oturacak isimdeydi.

Ne oldu peki sonunda? 8 Hafta galip gelen futbol takımı,son 3 hafta 1 mağlubiyet,2 beraberlik aldı.Motivasyon üst seviyede tutulsa şu an lider konumdaydık.
Lige hızlı başlayan basketbol ard arda mağlubiyetler aldı.Çünkü seçim yatırımları düşünenler her zaman ki gibi basketbola para ayıramadı.Bayan basket,çökmüş durumda.Oyuncular Aziz Akaya ile anlaşamıyor,bunun üstüne birde paralar ödenmiyor.Belki de son zamanların en kötü durumunda bayan basket.
Engelli baskette istikrar en üst seviyede.Galatasaray’ın 1.lige yükselmesiyle başlayan düşüş aynen devam ediyor.Takım,ilk yarıyı 4.sırada bitirdi.Galatasaray’ı yenen Saran Anadolu’nun ve Milli Takım’ın en iyi oyuncularından birini sadece 1000 TL artı maliyeti yüzünden takıma katmayanlara selam olsun.
Erkek Voleybol,zorlu rakiplerini birer birer yenmeye başlamışken birden düşüşe geçti.Aynı performansla da düşme potasının 2 üstüne yerleştiler.Bayan Voleybol ise Avrupa Kupaları’na katılamama tehlikesini derinden hissediyor.Üstelik ezeli rakiplerimizin ligi alıp götürdüğü senede.

Olayları bu yönlü ele aldığımızda,branşları zaten sistemsiz bir şekilde kurulmuşken,düşe kalka ilerledikleri bu yoldan,bir darbeyle kendi kendimize çıkarttık.Hemde bu sezon kolay kolay geri dönmemek üzere.Yapılacaklar çok basit,yıllarca söylenenleri yerine getirmeniz yeterli.Birde rakiplerinize ufak bir göz gezdirirseniz,arada imrenek,Beşiktaş için güzel şeyleri umut ederken yapılacaklar bu denli zor olmasa gerek

Tebrikler VictorY

5 Şubat 2010 Cuma

arma aşkına pankartını yaptığımız zamanlar amacımız, semt ve grup pankartlarıyla bunalmış tribüne, beşiktaşa dair bir pankart kazandırmak, uzun bir zaman boyunca da bu pankartı gururla taşımaktı.
hatırda kalabilmek ve "pankart" dendiği zaman akla gelenlerden biri olabilmek ödülümüz olacaktı. academy, victory gibi uzun zamandır tribünlerde yer almış, simgeleşmiş ve herkesin saygısını kazanabilmiş pankartlar ve bunların sahipleri olan büyüklerimiz bizler için güzel birer örnekti.
maksadımız kalabalık bir grup olmak veya güçlü olmak değil, özgürce fikirlerimizi ortaya koyabilmek, beşiktaşın amatör branşlarına ilgi çekebilmek, tribünlerimize pankartımızla katkı sağlayabilmekti. elimizden geldiğince, hayat idamemiz içerisinde fırsat bulabildikçe, beşiktaş'a dair şeyleri korumak ve muhafaza etmekle birlikte beşiktaş'a katkı sağlayıp destek olabilmek gayemizdir.

bugün akşam saatleri itibariyle victory pankartının sahibi levent kulu'nun beşiktaşımızın divan kuruluna 10. sıradan seçildiğini öğrenmek bizleri de kendisi kadar mutlu etti.
tribünlerimizden örnek alabildiğimiz pankartlardan birinin sahibinin böyle bir makama ulaşması bizlere umut verdi. "her yönüyle beşiktaş, sadece beşiktaş" sözüyle başladığımız yolculuğumuzun ilerleyen duraklarında beşiktaşa nasıl bir katkı sağlarız bilemeyiz ancak zor bir hedefi ve görevi bizlerin de başarabileceğini görebilmek ayrı bir umudu alevlendirdi.
her nasıl ki academy pankartının sahiplerinin beşiktaşa olan katkıları bizler için örnek teşkil ediyorsa, her nasıl ki victory pankartının sahiplerinin yerine getirmek istedikleri hedefleri bizlere ümit veriyorsa; umarız ki bundan yıllar sonra başarmak için çaba gösterdiğimiz veya başarabildiğimiz şeyler, genç arkadaşlarımız için birer umut ve örnek olabilir...

son söz olarak:
tebrikler victory

seni sevmeye cesaretim yok!

sevdiğim hiçbir şey mutluluğuma dair olamadı... ben hep mağlup ben hep yenik ve ben hep bitik, bir bulutun gri şehirden ayrıldığı gibi güneşim açamadı...
ve benim bu gece özgürlüğe dair hayallere cesaretim yok...
ah bu geceler ve ah bu cesaret edemediğim özgürlük düşlerim... beni bunlar öldürecekler! bunlardan büyük kanser yok beynimin içinde...
ömrümün yarısı boyunca tek bir kişiyi sevdim, aşk değildi tapmaydı bağımlılıktı.. onsuz anım dahi olmadı... sevilmeden sevmek ne de zor benden iyi bilen yoktur... vatanım gibi, memleketim gibi... sadece cenneti onda gördüğüm içindi...
bana öğretilenleri sevdim. bilgi güzeldi bilmek güzeldi. boğazımı yakan kuruluğun üzerine bir yudum su içmek gibiydi. karanlık ve havasız odanın açılan penceresi gibiydi. ferahtı huzur doluydu. bildiklerimi anlatabilmek için daha bir dolmak istedim. güçlü olmak istedim...
utanıp da ağlayan çocukları sevdim en masum gözyaşları onlardaydı... hıçkırırken derdini anlatma çabaları bir berrak, bir acı; bir öfkeli, bir çaresizdi...
değişimi sevdim değişmeyi, değiştirmeyi... gündüzle gecenin arasındaki mavilik gibi birşeyleri bir yerlerinden değiştirebilmek istedim. adım fazla bilinmesin diye, öğle vakti unutulayım diye...
sol yanımda zaman zaman nükseden hastalıkları sevdim. insan olduğumu, kusurlarımın derinlerde değil görünür yerlerimde olduklarını hatırlattı bana hep.
özgür olmayı sevdim. güçlü bir hürriyeti, kutsal bildiğim değerlerin hakimiyetini, ve hür cesareti sevdim... bağımsızlık hayalimde tek istisnam sevdiğim insandı. damarlarımdan başlayıp memleketimin ufuklarına yayılan özgürlüğü sevdim...
yatabiliyorken oturmayı, oturabiliyorken ayakta durmayı, ayakta durabiliyorken yürümeyi, yürüyebiliyorken koşmayı sevdim...
sonra...
düştüm...
kanadı...
çok kanadı...
ben ne zaman sevsem, mutluluğuma dair olamadı. iyi gelmedi hiçbir son, iyi gitmedi hiçbir oyunum... kurgularım yarım kaldı, planlarım aksadı... o güzel kız öldü, o cenneti yangın sardı; o bilinenler unutuldu, anlatacak kimsem olmadı; o çocuk büyüdü, düşlerinin yalanına sarıldı; herşey aynı kaldı, göçenler yollarda telef; sol yanım hissiz ve gözlerim görmez, bir ceset; zindan tutanaklarına adım yazıldı, kelepçesiz günüm olmadı; dizimdeki kanama durmadı... olmadı... hikayeler mutlu sona bağlanmadı... olamadı...
ne zaman umut etsem, iyi gideceğini düşlesem, bir kabus suratıma çarptı...
kime anlatsam bu hikaye yarım, beni zaten sen de anlamadın...
ve bildiklerim yanıldıklarıma yetmezken farkındayım:
benim seni sevmeye cesaretim yok...

hava soğuk, cigarayı çektin mi içine, ciğerine varasıya donuyor namussuz! puşt zulası geceler, insan düşünmeden edemiyor... bir de çok feci yenildiyse yakın zaman evvelinde, bir de derinlerindeki boşluklar rüzgar alıyorsa, seni en hain en insafsız pusuya düşürüyor bu geceler... değişmiyor, birşey de öğretmiyor.. kendi kurduğun labirentte peynir kokulu bir zulüm bu... çıkmaya çalışsan da şu bir gerçek ki sen pis bir faresin! ufaksın, öldürülmek üzeresin, özgür değilsin...
uyumaya cesareti olmuyor insanın gece. korkuyor yatağındaki vakitten, korkuyor içine düşeceği kabuslardan insan her gece... ne zaman güzel bir rüyayı düşlese, midesinde tuzlu acı biber yanığı acıtıyor insanın canını...
düşlediklerim kabuslarıma yetmiyor! hesap kitap yaptığım her işlemde hata... neyi sevsem, neye bağlansam, neye müptela olsam; üzüyor beni! acıyor...
anlamıyorsun belki ama, benim seni sevmeye cesaretim yok!
korkuyorum çünkü, ve dizlerim kanıyor... kaçıyorum çünkü gece kovalıyor...
ah bu geceler ve ah bu cesaretim olmayan özgürlük düşlerim... beni bunlar öldürecekler! bunlardan büyük kanser yok beynimin içinde...

acımadı ki...

1 Şubat 2010 Pazartesi

öyle mutluyum, öyle heyecanlıyım ki...
içimde pır pır eden minicik kuşlar, sevgi pıtırcığı oldum! nanet olsun içimdeki mazoşizme!

beşiktaş iyi de gider kötü de... beşiktaş maç da alır maç da verir... iyi şeyler olunca zaferler kazanılınca bi duygu vardır insanda, sarhoşluk gibi; kötü gidince işler, hani kartal yara alınca, sanki bir çocuk sokakta düşmüş de dizini kanatmış gibi ilgilenesim, elinden tutup kaldırasım, "acıdı mı?" diye sorasım gelir... bir şefkat bir ilgi doğar içime... ve bundan ötürü de ayrı bir mutlu olurum...

bugün kötüydü, tarihe kara bir leke olarak geçmeliydi!
"birlikten güç doğar" felsefesiyle birlik olan ve sadece güçlü olup sevdiğinin dizginlerini elinde tutmak için onurunu da şerefini de ayaklar altına alabilecek dernekleri ve taraftar gruplarını gördük.
suyun başına kurulanları gördük, boş testisini (testi) doldurmak için suya yanaşanlar için reçeteyi gördük: yıllarca muhalefet et, rezil etmek için çabala. zamanı gelince biri yaklaşıp sana "birader ver hele testini de dolduralım suyu" diyecek ve karnı en şişkin sen olacaksın! en sağlam sen doyacaksın!
bugün gördük geçirdik birçok şeyi... şimdi ne söylesek ki?
değişim şimdi diyenlerin eski tas eski hamam olduklarını gördük! açılan her sandıktan sonra "zaten bunlar divan zaten bunlar şu dernek bu dernek şu kesim bu grup" lafları işitildikçe beşiktaşın başkanını seçen demokrasi içinde satın alınıp da ederi görülmeyen oyların nasıl kolayca tespit edilebileceğini gördük!

sayın başkanın makamını korumasını istememizin sebebi borçlandırması değildi, beşiktaşın itibarını zedelemiş olmasıydı. sonrasında değişim zamanı diyen kişilerin yetersiz olduğunu da dile getirdik...
olmadı, olmaz da...
şu sürünceme hep yaşandı ve dile getirdik:
beşiktaş taraftarın mı
beşiktaş sevenlerinin mi
beşiktaş kongrenin mi
beşiktaş yönetim kurulunun mu
beşiktaş başkanın mı
beşiktaş başkanın babasının mı?
kimin lan bu beşiktaş?
anladık kiminmiş... anladık ki bizim değilmiş!

yaralanmış bugün kartalım, daha doğrusu yaralıymış ve kangren olmuş kanatları da bugün tüylerinin üzerine yağmur düşünce gözümüze çarpmış...
şimdi içimde bir ilgi, bir şevkat...
ve aklımda zeki demirkubuzun sözleri:

"oglum bekir dedim kendi kendime. yolu yok çekeceksin, isyan etmenin faydasi yok. kaderin böyle. yol belli. eg basini usul usul yürü simdi."

eğiyorum başımı, bildiğim tek yol beşiktaşı desteklemek beşiktaşla ilgilenmek, ve usul usul yürüyeceğim şimdi!

sen benim değerli sevdiğim; umutlarım gibi, hayallerim gibi güçlü olacaksın özgür olacaksın! ve bizimle, yani sevenlerinle birlikte olacaksın! isyan ettim ama faydası yok kartalım, kaderimizde elbet özgürlük olacak ama zaman var daha... yolum belli kartalım, eğip başımı usul usul yürüyeceğim gölgende...
iyi olacaksın, kanatlarını açıp göklere süzüleceksin, sana zincir vuranlardan kurtulacaksın, özgür olacaksın...
biraz sabır küçük çocuk, biraz sabır... ama unutma: "Allah'ın koyduğu yerde KARTALLAR DAİMA YALNIZDIR"

küçük çocuk; dizin acıdı mı?

dib not: şu kongreler de olmasa akatları bilen eden olmayacak... bi dahaki kongre lütfen sebada ve akatlarda aynı anda yapılsın. veya köyden gelenler sebada kalsın da yönetim kurulu üyelerimiz de seba salonumuzun yerini öğrensinler... lütfen lütfen lütfen...