"seyirci" kavramına dair can dündar anlatısı

14 Eylül 2010 Salı

milliyet gazetesinde yayınlanan, 14 eylül 2010 tarihli can dündar makalesi.
blogda siyasi görüşlerimizle ilgili yazmıyoruz katiyen. ve bu yazıda da siyasi görüşler değil, ülkemizdeki taraftar ve seyirci profiline dair önemli gözlemler bulunmakta. hem okumayanlara vesile, aracı olalım istedik; hem de arada bir aklımıza geldikçe bakabilelim istedik.

http://www.milliyet.com.tr/secmen-ile-seyirci/can-dundar/guncel/yazardetay/14.09.2010/1288668/default.htm

".............


Seçmen ile seyirci
14 Eylül 2010
Can Dündar

“12 dev adam”ın maçlarını ve referandumu peş peşe izleyince insan “yurdum insanı”nı daha iyi tanıyor.
Seyirci ile seçmenin bazı ortak özelliklerini de keşfediyor.
Pota önünde gözlediğim kimi tavırlardan yola çıkarak sandık başında da tezahür eden “milli karakter”imizi deşmek istiyorum:
* * *
Benim izlediğim maçlarda çevremdekilerin çoğu ilk kez bir basketbol maçına gelmişlerdi. Yani başarının kokusuna koşmuşlardı.
Bu da gösteriyor ki, aslında biz sporla değil, skorla ilgiliyiz.
Ne oynadığımız, nasıl oynadığımız önemsiz.
Yatakta “kaç posta” hesabı yapan erkekler gibi, içeriğe değil, sonuca bakıyoruz.
Türkiye dışındaki maçların boş tribüne oynanmasından da anlıyoruz ki, biz aslen basketbol sevmiyoruz; basketbolcularımızı seviyoruz.
Tıpkı çocuk sevmeyip kendi çocuğumuzu sevdiğimiz, sokak kedisini tekmeleyip evde köpek beslediğimiz gibi...
* * *
İkinci gözlem şu: Çabuk moralimiz bozuluyor.
Takımımız öndeyken bütün salon ayakta; alkış kıyamet...
Takım geriye düştüğünde, yani asıl destek gerektiğinde salon alkışı kesip endişeyle bekleyişe giriyor. Ve tribünler seçim kaybetmiş parti merkezi suskunluğuna bürünüyor.
Lafa gelince seyirci “13. dev adam...” Ama zor anda üzerine düşeni yapmayıp diğer 12’den mucize bekliyor.
Tıpkı seçimde sandığa gitmeyip kaybedince lidere kabahat bulan partililer gibi...
* * *
Üçüncü gözlem şu:
Hısımlıkla, hasımlık ince bir çizginin iki yanında; taraftar hızla birinden diğerine geçiveriyor. Bir şutuna hayran olduğu oyuncu ikincide ıskalarsa “yuh”u yiyor.
“Huh-hah”tan hızla “vah-vah”a geçiveriyoruz.
Sırbistan son yarım saniyede galibiyeti getirecek basketi atamadı diye bizim takımı omuzladık; atsalardı zavallıları yerden yere vuracaktık.
Sezen Aksu’nun heykelini diken İzmirlilerin, bir tercihini beğenmeyince tabelasını söküvermesi gibi...
Sevginin bu kadar pamuk ipliğine bağlı olması, aslında sevgisizlik göstergesi mi?
* * *
Bir başka gözlem: Çifte standartlıyız.
En kritik yerde bizim oyuncu faul yaparsa “Afferim” diye pohpohluyoruz. Rakip aynı hareketi bize yapınca “Yuh ayı” diye ayaklanıyoruz.
“Faul” bize hizmet ettiği sürece makul, hoş görülebilir, hatta yararlı bir şey çünkü; tıpkı siyasetteki hakaret gibi:
Bizim lider küfrederse iyi; bizimkine küfredilirse ayıp...
* * *
Hayatta olduğu gibi sahada da hiçbir şey yapmadan kenarda duran, kazançlı her zaman...
Ona pek kimse ses etmiyor.
Ama risk alan, öne çıkan yanıyor.
Gözünü karartıp üçlük atmayı deneyen oyuncu başarırsa kahraman; kazara atamazsa “Ulan oradan da atılır mı” fırçasını yiyor anında...
Siyasette de böyle bu:
Kılıçdaroğlu’nun radikal çıkışları sorgulanıyor şimdi; “Hayır”lar 3-5 puan fazla çıksa, alkışlanacaktı oysa...
* * *
Ve son gözlem:
Yenilirse takım yeniliyor ya da oyuncular, parti, lider...
Biz, yani seyirciler, seçmenler hiç yenilmiyoruz. Adı üstünde “seyirci”yiz ya, kendimizde kusur bulmuyoruz. Anında partiyi, takımı, lideri yalnız bırakıveriyoruz.
Ama galibiyet varsa zafer sofrasına ilk biz oturuyoruz.
Yenilen onlar; kazanansa biziz her zaman...
Hesap vermeye gelince kaybedenler yalnız; bizse her kutlamada varız.
Vefasızız........."

0 yorum: